14 Haziran 2006

Biraz da Diğer Sakinler...

Bitki tanımaya biraz ara verip bahçenin diğer sakinlerine, bitkilere 'zarar' verdikleri gerekçesiyle sevilmeyen, hatta zehirlerle (ya da ezilerek) öldürülen diğer sakinlerden
söz edelim: Börtü böcekler, sümüklü böcekler, kurbağalar, kaplumbağalar, karıncalar, yılanlar, akrepler, kirpiler, kertenkeleler, fareler, solucanlar, kurtçuklar, kuşlar...
Kaplumbağalar, Lafonten masallarındaki tavşan ve kaplumbağa hikayesinin başka bir boyutunu anlamamı sağladı. Bir kere kaplumbağalar hiç de yavaş değil. Yere bıraktığınız bir kaplumbağa göz açıp kapayana kadar gözden kaybolmasını biliyor. Kalın kabuğundan beklenmeyecek kadar çevik ve tabii ki masalda da vurgulandığı gibi istikrarlı. Aklına koyduğu bir hedeften onu döndürmenin imkanı yok. Günde bilmem kaç kere onu çileklerimin arasından çıkarıp bahçenin tam zıt ucuna taşıyorum. Bir süre sonra çileklerin arasında gene bitiveriyor. Tabii ki tavşan ondan daha hızlıdır. Ama her şey göreceli. Kaplumbağaları öldürmekten neyse ki kimse hoşlanmıyor. Ama özellikle börülceye, karpuza bayıldığından ortalıkta görülmeyegörsün, derhal komşu bahçeye atılıveriyor. İştahının büyük olduğundan eminim ama ben onun söylendiği kadar zararlı olduğunu sanmıyorum. Zaten sonunda onunla çileklerimi de paylaşmaya karar verdim. O günden beri rahatım. Ona da yetiyor, bana da. O ve irili ufaklı tüm ailesi bu kararımın ardından bir süre ortalıkta çilekten kıpkırmızı dolaştı. Ben de kalan çileklerden reçeller, yoğurtlar yaptım, hala da yapıyorum, yani hepimize yetiyor. Gene de sebze fidelerini diktikten sonra sık sık kontrol etmek lazım. Yeni fidelere bayılıyorlar. Bu yüzden fide dikiminde bol kepçe davranılmalı. Ve sık sık kontrol edilmeli. Ben bu sene tam beş kere baştan biber patlıcan ektim.
Tıpkı kaplumbağalar gibi kertenkeleler de başta beni hayli ürküttü. Çünkü çalıların arasına gürültüyle dalmak gibi bir alışkanlıkları var. Bahçede daha çok dinazorların mini modellerinden olduğu için onlara dino adı taktık. Bir de yeşil renklileri var. Onlar çok daha zarif. Bahçede ne iş yaparlar, hiçbir fikrim yok. Zaten onların ayları kış sonundan ilk sıcaklara kadar. Artık gürültülü kaçışlarına hemen hemen hiç rastlamıyorum. Yerlerini biraz da tuza tükürenlere bıraktılar galiba. Tuza tükürenler albino kertenkeleler. İnsanların yanında yaşamaktan hoşlanıyorlar. Nedense onları öldürmek günah. Bir de hikayeleri var ama şu anda hatırlamıyorum.
Kurbağamız iki cins. Biri bildiğimiz kurbağa. Şişman ve çirkin ve ıslak. İnsanın eline alıp öpmesi için kraliçe olma azmi göstermesi gerek. Diğer kurbağa tam tersine yemyeşil ve kupkuru. Ağaç kurbağası olabilir mi? Muzların yaprakları arasında yaşamaya bayılıyorlar. Bir de yavrular mutfağa dalmayı pek sever.
Neden bilmem, sümüklü böceklere Batılı kitaplarda çok büyük savaş açılıyor. Bitkilerin arasına bira dolu kaplardan yapılmış tuzaklar kurmalar, bitkilerin arasına zehirler serpmeler, gece elde fener sümüklü böcek avına çıkmalar, tabii gördüğün an ezip öldürmeler vs. vs... Bu yıl az kalsın onlara hak verecektim. Bahçe adeta sümüklü böcek akınına uğradı. Her boydan ve çoktular ve mesela enginarlardan kendilerine muhteşem ziyafetler hazırladıklarına eminim. Özellikle çiçeğin göbeğine yerleşip o goncaları hatur hutur yiyorlar. Bir ara geceleri ne zaman dışarı çıksam kendimi adeta sümüklü böcek denizinin ortasına sanırdım, geceleri hareketleniyorlar çünkü. Acaba ben de mi öldürsem diye düşünürken giderek kayboldular. Yoksa Batının ıslak yazları yüzünden mi bahçelerin belalılarından addediliyorlar?
Arılardan yana hiç sıkıntımız yok. Bu bölge zaten arıcılığıyla meşhur. Hatta komşumuzun kovanları bizim alt çitin hemen yanı başında sıralanıyor. Arı çeşidi de çok. Yabani arı, bal arısı, buralıların kızıl arı dediklerinden, demir arı... Hangisi bilmiyorum, içlerinden bir tanesinin en büyük merakı evin içine yuva yapmak. Çerçeve arkası, şapka içi, yastık altı... Kısaca bir süre yerinden oynatılmayacağını düşündüğü her yere çamurdan huni şeklinde yuvalar yapıyor, bazen tek, bazen koloni halinde, artık keşfedilme süresine göre. Arı alerjisi ailemizin yalnız bir ferdinde görüldüğünden, o da yalnızca tatillerde bir aylığına geldiğinden birlikte korkusuzca yaşadığımız gibi onları bahçeye çekmek için özel bitki bile ekiyorum. Hoş, fazla özel bitki aramam da gerekmiyor. Çiçek açan her şeye bayılıyorlar. Şu sıralar çiçek açan ligiustrumlar en büyük besin kaynakları. Sabahın erken saatlerinde o civardan geçerken insan kendini biraz korku filminde sanıyor, öyle kalabalıklar... Çıkardıkları 'vız'lardan insanın neredeyse kulağının zarı patlayacak.
Şu yanda görülen kurtçuk galiba sonra güzel beyaz bir kelebeğe dönüşüyor. Genelde bahçelerde kurtçuklardan çok korkuluyor. Bir türü güllere ve lahanalara ciddi hasar veriyor. Bir bitkiye dadanmayagörsünler, geride bir tek yaprağın iskeleti kalıyor.

En iyi ilaç, arap sabunu+ispirto karışımı. Tam ölçüsünü bilmiyorum ama güldeki bitler türü böcekler sözkonusu oldu mu arap sabununu bol tutuyorum, yaprakları kıvıran güve türü böceklerde ise ispirtoyu basıyorum. Yaklaşık bir litreye bir-iki avuç arap sabunu, bir su bardağı ispirto. Beyaz sineklerle baş etmek için bu karışıma 2 çorba kaşığı karbonat ekliyorum. Bir diğer gizli ilacım sarımsak. Böceklenmeye fazla yatkın bitkilerin etrafına mutlaka bir-iki diş sarımsak ekiyorum. Ayrıca bir-iki gün suya ısladığım birkaç baş sarımsağın suyunu süzüp ilaç niyetine sıkıyorum. Bahçe birden çürümüş sarımsak kokuveriyor. İşte bu koku bizi nasıl rahatsız ediyorsa böcekleri bin misli daha rahatsız ediyormuş. Ayrıca iyi bir mantar ilacı:
Çiçek yağını suyla inceltip arap sabunuyla çoğaltıp içine de sarımsak suyu eklenecek. Yalnız bunu daha dikkatli sıkmak lazım çünkü bu arada 'kötü' böcekleri yiyen 'iyi' böcekler de size kızıp bölgeyi terk edebilir. Ayrıca mutlaka önceden bir iki yaprağa sıkıp bitkinin bu ilaca vereceği cevabı kontrol etmek lazım. O da küsebilir.
Bu yıl favori ilacım, bildiğimiz süt. Yaz sıcağında nemden yararlanıp yayılma eğilimi gösteren bir sürü mantar hastalığına karşı etkili olduğunu okudum bir yerlerde. Özellikle yağlı süt olacak (süt tozu bile olabilir). Bir ölçüyü 6-7 ölçü suyla sulandırıp 15 günde bir, sabah erkenden domateslere, salatalıklara, kabaklara sıkıyorum. (Söylendiğine göre güllere de iyi geliyormuş.) Sonuç şimdilik iyi. Ama henüz sıcaklar da tam olarak bastırmadığından neticeyi ben de merak ediyorum.
Önerilen diğer ilaçların başında ısırgan otu geliyor. Kuru ya da taze ısırgan iyice çürüyene kadar suda bekletiliyor. Süzülüp suyla çoğaltılarak bitkilere sıkılıyor. İnternetteki sayfaların birinde (ne yazık ki kaydetmemişim) mine çalısının (Lantana camara) yaprakları da böcek ilacı olarak öneriliyor. Yaprakların ne kadar kötü bir koku yaydığını bildiğimden çok makul geldi ama henüz denemedim.
Ama benim en büyük sırrım Neem. Her 'ilacın' içine mutlaka bir-iki damla damlatıyorum. Öldürmez, kovalar cinsinden bir etkisi olduğu söyleniyor. Aslında gerçekten sağlıklı bir bahçede her şey dengede olacağından bu tür ilaçların da hiçbirine gerek kalmayabilir.

Yılanlardan pek bahsetmek istemiyorum. Bahçe için çok faydalı olduklarını biliyorsam da o faydalarını bizler ortalıkta yokken yerine getirmelerini tercih ederim. Onlara hayranım ve çok seviyorum ama uzaktan.
Buna karşılık solucanlar en yakın arkadaşlarım. Toprak değiştirirken saksılarda rastgelirsem hemen toprağa atıyorum. Dar mekandan kurtulmanın sevinci içinde hoplaya zıplaya kayboluyorlar.
Bir de kirpimiz var. Bize senede yalnız bir kere gözükür.
Kuşlarsız bir bahçe düşünülemez. Bahçeye zehir atmama nedenlerimden biri arılarsa diğeri kesinlikle kuşlar. Atılan her zehir, öldürülen her böcek aslında bahçedeki diğer canlıların gıdasını yok etmek demek. Sırf ben mi karnımı doyurmalıyım?
Bahçeye mümkün olduğu kadar çok kuş çekmek için kışın onları bol ve düzenli beslemek gerekiyor. Önümdeki çimende her sabah mutlaka ekmek kırıntısı bulunur. Yazın yiyeceklerini nasılsa buluyorlar. Tabii kuşların şöyle bir faydası da var: Mesela üzümlerin yenecek kıvama gelip gelmediğini en iyi onlar biliyor. Dikkat etmez ve toplamayı yarına ertelerseniz tek bir tane üzüm bulamama ihtimali de var.

10 Haziran 2006

Musaceae, yani kısaca Muz

Ağaç


Muzları bahçede hazır buldum. Değişik yaprak şekilleriyle kuyunun başına adeta tropik bir hava katmışlardı. Sonra kış geldi, yapraklar sarardı ve içimden bunca pisliği kökünden söküp atmak geldi. Yapraklarını temizlemek için kesmeye başladım, her tarafım sırılsıklam oldu. Ve muzlar o andan itibaren beni şaşırtmayı sürdürüyor.
Bir kere içleri gerçekten su dolu. Susuz kalındığında kesilecek bir yaprak insanı ölümden döndürebilir.
Çoğalma süratleri de inanılmaz. Hep de dairesel bir çoğalma şekli sergiliyorlar. Büyük bir muzun etrafında halkalanmış küçük muz ağaççıkları. Çünkü gerçekten en ufak halleriyle bile büyük muz ağaçlarının bire bir kopyaları.
Çiçek açma şeklini de uzun bir zaman anlayamadım. Önce yukardaki resimde görüldüğü gibi bir kese uzatıyor. Sonra onlar yukardan başlayarak kat kat açılıyor. Her katta... Tarifi zor, en iyisi resimlere bakmak.














Bu ele balmumundan bir şey gibi gelen çiçekler sonra nasıl bildiğimiz şu hevenklere dönüşüyor, gerçek bir muamma.


Muz kabuklarının güller için mükemmel besin kaynakları (fosfor) olduğunu duymuştum ama muz yapraklarının çok daha başka bir özelliğini keşfettim. Kuruyan yaprakları ot çıkmasını istemediğim yerlere yayıyorum. Gazete, hatta pamuklu kumaşları delip geçen otlar muz yapraklarını asla aşamıyor. Meyve veren ağacı kökünden kesmek gerektiğinden o gövdeleri de sebze 'bahçesi'nin yatak kenarlarına yatırıveriyorum. Bence toprağı organik beslemenin mükemmel yollarından biri. Yalnız ne kadar ufak olursa olsun kökleri mutlaka temizlemek gerekiyor. Yok orada da muz çıksın isteniyorsa, o başka... Göz açıp kapayana kadar yavrular baş veriveriyor.
Muz hevenkleri bilindiği gibi yeşilken toplanıyor. Onları sarartmanın pratik yollarından biri: Yeşil muzları hevenk halinde siyah bir naylon torbaya geçiriyor, içine de bir-iki elma atıyorsunuz. Elmadaki aslında kendini korumak için (allelophatie) ürettiği toksit maddelerden biri muzları kolayca sarartıyor.

1. ANAVATANI, YAYILIŞI, DÜNYA VE TÜRKİYE’DE ÜRETİMİ
Muz, Güneydoğu Asya’dan çıkmıştır. Anavatanı Güney Çin, Hindistan ve Hindistan ile Avustralya arasında kalan adalardır. Muzu ilk kültüre alanların balıkçılar olduğu sanılmaktadır. Balıkçılar ağ yapmak için muzun yapraklarından yararlanmışlar ve bu şekilde tarımı başlamıştır. Muzla ilgili ilk eser M.Ö. 600-500 yıllarına aittir ve Hindistan’da bulunmuştur. Muz bitkisi ülkemize ilk defa 1750 yıllarında Mısır’la ilgisi olan zengin bir aile tarafından süs bitkisi olarak, Mısır’dan Alanya’ya getirilmiştir. O yıllarda daha çok süs bitkisi olarak yetiştirilen Muzun meyve verdiğinin görülmesi üzerine, 1930'lu yıllardan sonra meyvesi için ticari amaçla yetiştirilmeye başlanmıştır. Bugün ülkemizde sadece Anamur, Bozyazı, Gazipaşa ve Alanya ilçeleri ile
çevresinde Musa Cavendish dediğimiz bodur muz üretimi yapılmaktadır.

Dünya Üretimi : Dünyadaki muz üretimi en fazla Asya kıtası ülkelerinde yapılmakta, bu kıtayı sırasıyla Güney Amerika, Orta Kuzey Amerika, Afrika, Okyanusya ve Avrupa Ülkeleri izlemektedir. Dünya muz üretimi 1975 yılı istatistiklerine göre 37 milyon tondu
r. Ekiliş alanı ise 29.150.000 dekardır.

Türkiye Üretimi ve Tüketimi: Muz ülkemizde Anamur, Bozyazı, Alanya, Gazipaşa ve çevresinde, Toros dağlarının koruduğu mikroklimalarda, çok sınırlı alanlarda yetiştirilmektedir. Bu nedenle üretim miktarı azdır. 1994 de 12.000 dekar alanda 30.000 ton iken 2000 yılında 20.000 dekar alan ve 80.000 ton üretime ulaşmıştır. Ülkemizin yıllık muz tüketimi ise 400.000 ton civarındadır.

MUZUN BAZI ÖZELLİKLERİ

2.1. Tüketim Alanları

Muz yukarda anılan özellikleri yanında çiğ olarak yenebilen en güzel meyvelerden biridir. Meyve salataları arasında da yer alır. Muz yeşil iken pişirerek de yenilir.

2.2. Diğer Özellikleri

Muz, şifalı bitki, beyin gıdası veya afrodiziyak olarak ünlenmiştir. Gövdeler bir ay suda ıslatılıp, özel tarakla tarandığında ortaya çıkan elyafdan ilkel usullerle saç örgüsü gibi halat örüldüğü biliniyor. Muz liflerini Afrika’daki yerli halk, şapka, hasır ve hediyelik eşya yapım ında kullanıyor. Avrupa’da gemi halatı, oto döşemeleri yapımında kullanılıyor. Muz g
övde sinin, yaprak sapının veya salkımın suyu çok güçlü bir kan kesicidir.

MUZUN SİSTEMATİĞİ VE ÖNEMLİ ÇEŞİTLERİ

3.1. Muzun Sistematiği

Kültürü yapılan muz, Scitamineae takımı, Musaceae ailesi, Musa cinsine girer. Bu cinste çok sayıda partenokarp meyve veren klonlar vardır. Tek Çeneklidir.
Tabii bir de Almanca açıklama koymalıyım. Özellikle bir tanıma dikkat çekmek isterim (italik olarak belirtilmiştir)

Wahrscheinlich hat die Banane ihren Ursprung in Südostasien. Sie wird ca. 600 v. Chr. das erste Mal in
indischen Texten erwähnt. Bananenplantagen gab es in China schon 200 n. Chr. 650 brachten dann
islamische Eroberer die Banane nach Palästina. Von arabischen Händlern und Indo-Malayen wurde sie
in weite Teile Afrikas verbreitet. Von dort aus gelangte sie über die Kanarischen Inseln und Santo
Domingo nach Südamerika.
Die erste Plantage in Mittelamerika wurde 1502 von portugiesischen Siedlern gegründet.

03 Haziran 2006

Alacalı Yapraklar


Hedera Helix




Oleander _ Zakkum






Begonvil




Vinca _ Cezayir Menekşesi




Abutilon




Agave americana





Salvia _ Adaçayı




Euonymus _ Taflan





Lantana Camara _ Mine Çalısı




Latince adlarda variegata eki genellikle bitkilerdeki alacalı yapraklara işaret ediyor. Son zamanlardaki meraklarımdan biri de bu.

Viburnum - Kartopu

Çalı-Çit





Kartopu (Viburnum) ile mürverin (Sambucus _ Holunder) hanımeli ile aynı aileye (Caprifoliaceae _ Hanımeligiller _ Geissblattgewaechse) mensup olduğunu öğrenmek beni çok şaşırttı.
Kartopu (Gemeiner Schneeball, Blutbeer, Drosselbeerstrauch, Geißenball, Gewöhnlicher Schneeball, Glasbeere, Schlangenbeere, Wasserholder, Wasser-Schneeball) bahçemde yaprağını döken ve dökmeyen (Viburnum tinus olabilir mi?) olarak iki türle temsil ediliyor. Çok su seviyor, güneşe hiç itirazı yok. Çiçeklerini kış sonunda açması, bahar öncesi bahçede hüküm süren hafif kasvetli havaya adeta kar neşesi katıyor. Adını da muhtemelen bu özelliğinden almış.
Kayseri'de çok bilinip kullanılan Gilaboru (gilabolu-gilaburu, gilaburu, giraboğulu, gilebolu, girebolu, gilaboru, girabolu) adlı şifalı bitki de gene bu kartopunun bir türü (Viburnum opulus). Gilaboru'nun salkım halindeki kırmızı meyveleri olgunlaştıktan sonra yeniyor ya da suyu sıkılarak içiliyor, kabuklarının ise çay, tentür ve natürel ilaç olarak kullanıldığı söyleniyor.
Hastalıklara karşı sandığımdan daha hassas. Yaprak bitleri, beyaz zamklı bir madde, pamukçuk gibi başka bir şey kartoplarıma musallat olup duruyor. Ayrıca yeni sürgünler de kıvrılabiliyor. Bir gün önceden suya ıslatılmış sarımsak ( 1l suya 1 baş), ayrıca arap sabunu+soda+ispirto karışımı iyi geliyor. Ayrıca kıvrılmış filizleri koparıp atmaktan da çekinmiyorum.
Botanik: Bazı botanikçilere göre vatanı Türkiye, bazılarına göre ise orta Çin. Başta Asya'nın ılıman bölgelerinde, Türkiye'nin ise İç ve Karadeniz bölgelerinde ve de Avrupa'nın kuzeyi hariç tamamına yayılmıştır. Gilaboru orman kenarları ve ormanların seyrek olduğu bölgelerde, daha çok su kenarlarında ve nemli yerlerde yetişir. Gilaboru bazen bir çalı görünümünde, bazen de boyu 4 metreye kadar ulaşan küçük bir ağaçtır.

Yaprakaları karşılıklı, bir sonraki ile çapraz, kenarları kertikli, bazen 3 ve bazen 5 lopludur. İlkbaharda yeşil olan yaprakları sonbahara doğru açık kırmızımsı bir renk alır. Çiçekleri şemsiye gibi topluca bir arada ve çiçek demetinin etrafını çevreleyen bir sıra steril (kısır) ve içerideki diğer çiçekler ise fertildir (döllenebilir).

Meyveleri önce yeşilimsi ve sonra olgunlaşınca kankırmızısı bir renk alır ve çapı 0,8-1 cm olup içerisinde sadece bir çekirdek bulunur. Meyveleri ham iken yenirse zehirlenmelere sebep olur, bu nedenle ilk kar yağdıktan sonra yenir veya satılır.

Yetiştirilmesi: Genelikle sulak yerlerde ve ırmak kenarlarında problemsiz yetişir.

Hasat zamanı: Nisandan Ağustosa kadar dalların kabukları soyularak, kurutulur ve kaldırılır. Tentürü yapılacak ise taze olarak işlenir.



* * *


Araş.Gör. Lütfiye Ekici
Ank.Üni. Zir. Fak. Gıda Böl.

Prof. Dr. Sedat Velioğlu
Ank.Üni. Zir. Fak. Gıda Böl.



Gilaburu ve Sağlık

Dispacales (Rubiales) takımının Caprifoliaceae (Hanımeli) familyasından olan gilaburu bitkisi (Viburnum opulus), Crampbark, Guelder Rose, European Cranberrybush gibi isimlerle de anılmaktadır. Selçuklular ve Osmanlılar zamanında bu bitkiye, çiçeklenme dönemindeki güzelliğinden etkilenip 'Gül Ebru' ismi verilmiş ve bu isim dilden dile değişime uğrayarak Kayseri yöresinde gileburu, gilebolu, gilaburu, gilaboru; Konya yöresinde giraboğulu; Tunceli ve Karadeniz Bölgesi'nde ise gili gili şekline dönüşmüştür. Gilaburu, hızla büyüyen çok yıllık bir bitkidir ve yüksekliği 1.3 metreden 3.5
metreye kadar çıkabilir. Bitki dikimden 3 yıl sonra ürün vermeye başlamakta ve dip sürgünleri sayesinde 300 yıl kadar yaşayabilmektedir. Açık gri-kahvemsi renkteki kabuğun kalınlığı 3-5 ìm olup üzerinde ufak pullar vardır. Kabuğun iç yüzü sarımsı kahverengidir. 5-10 cm uzunluğundaki koyu yeşil yapraklar dişli ve 3-5 lobludur. Sonbaharda yaprakların rengi kırmızıya dönmektedir. Oldukça gösterişli, 5-10 cm çapındaki geniş salkımlar oluşturan yeşilimsi beyaz çiçekler ilkbaharda açar. Salkımların en dış halkalarındaki çiçekler sterildir. Yaz sonlarında olgunlaşan parlak kırmızı meyvelerinin çapı yaklaşık olarak 8 mm' dir. İnce kabuklu, tek çekirdekli, karın yarığı bulunmayan, küre şeklindeki meyvelerden yaklaşık 30-40 tanesi bir salkımı oluşturmaktadır. İnce ve düz yapıdaki kabuk, meyveye yapışık olarak bulunmaktadır. Meyveye ilişkin bazı özellikler yaklaşık olarak şu şekildedir: Meyve etini muhafaza eden kabuğun kalınlığı 62 , taneye oranı %11 olan pembe renkli, parlak ve pürüzsüz çekirdeklerin ağırlığı 0.050-0.060 g, genişliği 7.15 mm, uzunluğu 9.5 mm, kalınlığı 1.9 mm ve hacmi de 0.042 ml'dir. Olgunlaştıkça sulanan meyveler zayıf, sarkık, şemsiyemsi bir görünüm almaktadır. Gilaburu bitkisinin meyve tutma oranı %15.32, ağaç başına meyve verimi ise 8.4 kg kadardır. Periyodisite durumu göstermeyen gilaburu bitkisinden her yıl aynı oranda verim alınabilmektedir. Bu meyvelerin meyve suyu verimi yaklaşık olarak %43.5'dir (Anon. 2002a; Anon. 2002b; Anon. 2002c; Anon. 2002d; Anon. 2003a; Anon. 2003c; Baytop 1963, 1984; Cive-lek 1997; Davis 1972; Frohne ve Pfaender, 1987)
Gilaburu daha çok yazları sıcak ve kurak, kışları soğuk ve kar yağışlı karasal iklimde yetişmeye uygun bir bitki olup Türkistan, Sibirya, Amerika, Avrupa, Kuzey Asya ile Kuzey Afrika'da sınır ve süs bitkisi olarak yetiştirilmektedir. Ülkemizde ise başta Kayseri olmak üzere Bursa, Sakarya, Ankara, Tokat, Sivas, Trabzon, Çoruh, Maraş, Kırşehir, İstanbul, İzmit, Erzurum, Samsun illerinde doğal olarak yetişmektedir ( Baytop 1963, 1984; Davis 1972 ). Organik maddelerce zengin topraklardan hoşlanan gilaburu iyi gelişebilmek için bol miktarda suya, iyi renkli ve kaliteli meyve vermek için de güneşe ihtiyaç duymaktadır. Bitki hasattan 15-20 gün sonra yapraklarını döküp dinlenmeye girmektedir ( Demircan 1998).
Gilaburu suyu Orta Anadolu'da yıllardır geleneksel bir içecek olarak tüketilmektedir. Sonbahar sonlarında meyveler bıçak ya da makas kullanılarak saplarıyla toplanıp musluk suyuyla yıkandıktan sonra yaklaşık üç ay boyunca su dolu bir kapta bekletilmekte ve bu süre sonunda
meyveler olgunlaşıp yenilebilecek bir tada gelmektedir. Daha sonra meyve suyu elde etmek için meyveler preslenmekte ve tüketimden önce suyla seyreltilip bir miktar şeker ilavesiyle içmeye hazır hale getirilmektedir (Soylak ve ark., 2002 ).
Gilaburunun kabuk ve meyveleri farmakolojide geniş bir kullanım alanı bulmaktadır. Kabukların kaynatılmasıyla elde edilen sıvının dahili ve harici kullanım alanları vardır. Hafif astım, epilepsi nöbetleri, yüksek tansiyon, bazı kalp rahatsızlıkları, kramplar, menstrüal sancılar, kabakulak, doğum sonrası sancılar, uyku bozuklukları, romatizma ve bazı sinir rahatsızlıklarında dahili olarak, egzama gibi bazı cilt problemlerinde ise harici olarak kullanılmaktadır. Gilaburu suyunun böbrekte oluşan kum ve taşları eritici özelliği olduğu da bildirilmektedir. Anadolu'da safra ve karaciğer hastalıklarının tedavisinde de bu bitkiden yararlanılmaktadır. Ancak başlıca kullanım alanları kramplar ile menstrüal sancılardır. Kasın gevşemesini sağlayan bileşenin 'viopu-dial' olduğu düşünülmektedir. Gilaburunun diğer aktif bileşenleri ise hidrokinonlar, arbutin, metilarbutin, skopoletin ve skopolin gibi kumarinler ile tanenlerdir ( Anon. 2002b; Anon. 2002c; Baytop 1963, 1984; Demircan 1998 ).

Harward Medicine School'da yapılan ve The New England Journal of Medicine'da yayınlanan çalışmada günde 250 gram gilaburu suyu tüketiminin sağlık üzerine olumlu etkilerinin olduğu belirtilmektedir. Üriner enfeksiyonlar ile kanser tümörlerindeki azalmaların gilaboruda bulunan antioksidan maddelerle olan ilgisi üzerindeki çalışmalar ise halen devam etmektedir ( Anon. 2002e ).
Gilaburu üzerinde yapılan bir çalışmada bitkinin gövdesinde, kabuğunda ve meyvelerinde saptanan bazı bileşikler Tablo 1'de verilmiştir (Anon., 2003b; Bolat ve Özcan, 1995). Tablo 1'de belirtilen bileşiklerin yanı sıra, gilaburu ayrıca vitamin K, viburnin, isovalerianik asit, salisin, salik asit ve reçine de içermektedir. Gilaburuda bulunan valerik asit bitkiye valerian (teskin edici) bir koku vermektedir. Gilaburu meyveleri, ayrıca boya ve mürekkep endüstrisinde de kullanım alanı bulmaktadır (Anon. 2002b).
Gilaburu, kuşburnu ve alıçta sırasıyla indirgen şeker %5.83, %15 ve %4.9; ham selüloz ise %19.86, %2.80 ve %2.80 kadardır (Bolat ve Özcan 1995 ).
Gilaburu meyvesinin çekirdek ve pulp artıklarında önemli oranda sterol bulunmaktadır. Gilaburu çekirdeklerinin aspartik asit, treonin, serin, glutamik asit, prolin, glisin, alanin, valin, lösin, izolösin, tirozin, fenilalanin, histidin, lisin ve arjinin olmak üzere toplam 15 farklı aminoasit içerdiği belirlenmiştir (Karimova et. al 2000 ).
Gilaburuda bulunan galaktoz, arabinoz ve ramnoz gibi bazı şekerlerin bağışıklık sistemini uyaran bir etkiye sahip oldukları tespit edilmiştir. Bunlar, fagozitik indeks ve peritonal makrofajlarla lizozomal enzimlerin salgılanmasında etkilidirler. Gilaburudaki asidik polisakkaritlerin uyarıcı etkilerinin olması için kalsiyum iyonlarına ihtiyaç duyulmaktadır (Ovodova et. al, 2000 ).
Ülkemizin Orta Anadolu Bölgesi'nde çokça yetişen gilaburu sadece yöre halkı tarafından kış aylarında meyve ve meyve suyu olarak tüketilmektedir. Oysa, bol miktarda C vitamini ve antioksidan maddeler içeren gilaburunun gıda endüstrisinde de değerlendirilebilecek bir ürün olduğu düşünülmektedir.



Bütün bunları kayda geçtim, geçmesine de sonra kartopu ve mürverin hanımeligil ailesinden çıkarıldığını öğrendim. Adoxaceae ailesindenmiş. Herhalde uzmanlar doğrusunu biliyordur. Ne var ki bir sürü kaynak henüz bu ayrımdan haberdar edilmemiş. Yani isteyen kartopu ve mürvere hanımeligillerdendir diyor, bazıları demiyor. Çok önemli mi?

Abelya

Çalı
Abelia da hanımeligil (Caprifoliaceae) ailesinden bir çalı türü. Her daim yeşil. Japonya'dan Meksika'ya kadar uzanan bir çizgide yetişiyor. Adını bu bitkiyi ilk kez Çin'den İngiltere'ye taşıyan Dr. Clark Abel'den almış. Yaklaşık 15-30 türü var.
* Abelia adenotricha - (Çin)
* Abelia aitchinsonii
* Abelia angustifolia - (Çin)
* Abelia anhwensis - (Çin)
* Abelia biflora - (Çin)
* Abelia buddleioides - (Çin)
* Abelia cavaleriei - (Çin)
* Abelia chinensis - (Çin)
* Abelia chowii - (Çin)
* Abelia coriacea - (Meksika)
* Abelia corymbosa
* Abelia curviflora - (Japonya)
* Abelia engleriana - (Sezuan - Çin)
* Abelia fargesii - (Japonya)
* Abelia floribunda - Mexican Abelia (Meksika)
* Abelia gracilenta - (Çin)
* Abelia graebneriana - (Çin)
* Abelia hersii - (Çin)
* Abelia integrifolia - (Japonya)
* Abelia ionandra - (Tayvan)

* Abelia ionostachya - (Japonya)
* Abelia longituba - (Çin)
* Abelia mairei - (Çin)
* Abelia mexicana - (Meksika)
* Abelia mosanensis - (Kore)
* Abelia myrtilloides - (Çin)

* Abelia occidentalis - (Meksika)
* Abelia parvifolia - (Çin)

* Abelia schischkinii - (Çin)
* Abelia schumannii - (Çin)
* Abelia serrata - (Japonya)
* Abelia spathulata - (Japonya)
* Abelia speciosa - (Meksika)
* Abelia tomentosa - (Japonya)
* Abelia triflora - (Himalaya)
* Abelia tyaihyoni - (Kore)
* Abelia umbellata - (Sezuan - Çin)

* Abelia uniflora - (Çin)
* Abelia verticillata - (Çin)
* Abelia zanderi - (Sezuan - Çin)
Bahçemde 3- 4 tane abelya var. Onları minik ağaççıklar yapmaya çalışıyorum. Güzel olan, kışın da küçük küçük yapraklarla bahçeye biraz canlılık katmaları. Sonra Mayıs ayından ilk soğuklara kadar güzel küçük pembeli beyazlı çiçekler açıyor. Hiç bakım istemiyor. Kesmek, budamak bile istemiyor. Üzerinde hiç böcek de görmedim. Yapraklarını da kimse yemeye yanaşmıyor.

Ebegümeci


Ebegümeci yemeği nenemin evinde mutlaka pişen yemeklerden biriydi. Severdim. Ispanak kadar değil ama olsun. Zaten sofraya ıspanak kadar da sık çıkmazdı. Sonra ebegümeci sofralardan kayboldu. Beyoğluna taşındığımızda Balık Pazarında her bahar bir iki kere rastlayıp hemen aldım. Buraya geldiğimde ise baktım, sokaklar dolu. Erken baharda kırlar ebegümecinin çiçeğiyle masmaviye dönüşüyor. Diğer evdeki bahçede de bol bol çıkardı. Bir keresinde yanlış zamanda toplamış olacağız ki bir türlü yeyip yutamadık. O gün bugündür ebegümecini sadece sokakta seyretmekle yetiniyorum. Bir de baharın müjdecisi olarak verdiği selamı alıyorum. Bizim bahçede nedense pek çıkmıyor. Tek tük. Neden bilmiyorum. Oysa semizotu sınır tanımıyor.
Ebegümecinin Latince adının Malva silvestris olduğu hatırlansın, Malvaceae ailesinden. Aynı ailenin gösterişli üyesi ise Japon gülünden (Hibiscus rosa sinensis) başkası değil. Bir de Abutilon var (galiba bazı yerlerde gülhatmi diye geçiyor). Bizim mütevazı ebegümecimiz betonlaşan kentler yüzünden yok olmaya doğru dört nala koşadursun Japon gülleri inanılmaz renklerde çiçeklerle tüm bahçelerin vazgeçilmez süsü olmuş.
Malvaceae ailesinin ticari açıdan en önemli ferdinin adını da yeni öğrendim: Pamuk (Gossypium).

02 Haziran 2006

Eriobotrya japonica _ Yeni Dünya

Ağaç



Yeni Dünya da tabii ki çoğu yenilebilir meyve gibi gülgiller (Rosaceae) ailesine mensup, hem de elma, armut, ayva gibi meyvelerle aynı alt bölümde (Maloideae). Şeftali, erik, kayısı, vişne, kiraz vs gibi sert çekirdekli tabir edilen diğer meyveler gene gülgillerden olup başka bir alt aileye mensup: Prunoideae.
The rose is a rose
and was always a rose;
But the theory now goes
That the apple's a rose,
And the pear is, and so's
The plum, I suppose.
The dear only knows
What will next prove a rose.
You, my love, are a rose,

but were always a rose.

- Robert Frost, "The Rose Family


İngilizce bilmeyenler kusura bakmasın, ama şiirde özetle her bitkinin altından gül çıktığı söyleniyor.

Yeni Dünyaya gelince: Loquat, Brasilianische Aprikose, Japanische Mispel, Wollmispel, Nespoli (İtalyanca), Nispero (İspanyolca), Nespera (Portekizce), Nyespro (Katalanca), Sheseq (İbranice), Pinyin _ Pipa (Çince), Biwa (Japonca), Askidinya _ Akkidinya (Arapça), Akkadeneh (Lübnanca), Mousmoula _ Mespilia (Yunanca), Muşmula _ Yeni Dünya _ Yedi Dünya _ Malta Eriği (Türkçe).
İstanbullular bu meyveye neden Malta Eriği demiş, belli değil. Malta Adasında bu meyvenin izine rastlanmamış, eskiden yokmuş, şimdi var mı onu da bilemem.
Anavatanının Çin'in güneydoğusu olduğu söyleniyor. Dona oldukça dayanıklı olmakla birlikte çiçek ve meyve vermesi için sıcağa ihtiyaç duyduğundan (en az 15 derede) ılıman kuşakta daha kolay yetişiyor. Yetişiyor lafı arsızlığını pek ifade etmiyor. Çünkü yediğimiz meyvelerin toprağa düşen çekirdeklerinden en çabuk biten meyve yeni dünya (dut ve incirden sonra). Bir tane meyve ye, çekirdeğini toprağa at, seneye bak, o tipik yaprakları boy göstermiş bile... Bu yapraklar çizgi çizgi ve hafif derimsi, oldukça da büyük (30 cm'i bulabiliyor). Salkım halindeki sarı-bej çiçekleri Kasım- Aralık'ta açıyor ve çok tatlı bir kokusu var. Arılar bu kokuya deliriyor. Söylentilere göre çoğu çiçekten sarhoş olurmuş. Bizim beton avlulu öteki evde Yeni Dünya Ağacının altı bu yüzden Kasım_Aralık aylarında arı mezarlığına dönerdi.
Tıpkı narenciyenin meyvesi gibi yeni dünya da tüm bir kışı meyve hazırlığıyla geçiriyor. Bu arada eskimiş yapraklarını atıyor (bu arada yaz kış yapraklarını dökmeyen, her daim yeşil bir ağaç olduğunu hatırlatmakta yarar var), baharla birlikte yeni sürgünler veriyor. Salkımlar öylece duruyor. Sonra havalar ısınıyor, birden salkım uçlarında küçük yeşil toplar beliriyor. Büyüyür, derken sararıyorlar. En güzelleri turunculaşmış olanlar. Ne yazık ki her sene aynı hataya düşüyorum, biraz daha olgunlaşsınlar, biraz daha tatlansınlar diye beklerken, meyveler aaa, yeter artık, sıkıldık deyip hafif buruşmaya, arkasından da lezzetini yitirmeye başlıyorlar. Bu yıl güya bol bol toplayıp reçel denemesi yapacaktım ama havalar çabuk ısındığından mıdır nedir, meyveler çabuk eridi, yani seneye...
Ağacın kendisi de çok güzel. Büyüdükçe dev bir şemsiyeyi andırıyor. Bazı hastalıkları olduğu söyleniyorsa da bordo bulamacı, arap sabunu- ispirto sıkmanın ötesinde herhangi özel bir bakım ihtiyacını bana hiç hissettirmedi. Ayrıca arılar da çok sevdiğinden aman yanılıp da zehir falan atmayın. Arılar da ölebilir!
Yeni Dünya çocukluğumun ağacıdır. Sabahları gözlerimle onu tepeden toprağa süzmezsem o gün işim rast gitmez.